Bu, mutlu sonla biten bir hikaye değil

Üç sene kadar önce birisi bana “Senden yayılan güzel bir şeyler var.” demişti. Efsunlu bir kadındı. Tamamiyle aydınlık, biraz bulanıktı.

İki sene önce yapmam gereken bir iş, yetişmem gereken bir yer olmasa bile erken kalkmak için alarm kuruyordum. Hepimizin hayatında uyumanın vakit kaybı olduğunu düşündüğü yaşam motivasyonunun optimum düzeyde seyrettiği dönemler olmuştur. İşte bu günlerde ben uyumadan önce bir günün daha bittiğinin farkına varmak için birkaç dakika tavanla yalnız kalıyordum. Bir gün her şeyin ortasında, hiçbir şeyi bitirememiş, hiçbir şeye yetişememişken ölüm beni bulduğunda bu nasıl bittiğini farkedemediğim günlere ah'lanmaya vaktim olmayacaktı. O yüzden biten günün yasını, gece kafamı yastığa koyduğum an tutuyordum.

Bir sene önce bir şekilde yoluma çıkan, önüme düşen her şeyi eğlenceli hale getirmenin eğlenceli yollarını bulmaya çalışıyordum. Hayatla baş etme şeklimin bu olduğuna karar vermiştim.

(Peki sonra ne oldu? Anlatacağım. Kalben'in şu şarkısından önce söylediği gibi: "Hep sevdiklerimizden bekleriz bir noktada bizi kurtarmalarını ama bazen bizim en sevdiğimiz şey de bizi kurtarabilir." Ben de kurtarılmayı beklemek yerine en sevdiğim şeyi yapıyorum: yazıyorum.)

Altı ay önce Tom Robbins'in Parfümün Dansı kitabını okuyorum. “Alobar, uzun tartışmalara girmeyecek kadar mutluydu.” diye bir cümle görüyorum, hafiften ayıkıyorum ama tam da uyanmıyorum. İlk “kendine gel” tokadı orda vuruyor suratıma. Başımı iki yana sallayıp kendime geldiğimi sanıyorum, yürümeye devam ediyorum.

Yine altı ay önce her gün bir baş ağrısıyla uyanıyorum. Çok sık tekrar edince müptezel gibi ilaçlarla geziyorum, en son doktora gidiyorum migren diyor. Ailede bir tane bile migren yok nerden çıktı bu diyorum, asıl mevzuyu hala anlamıyorum.

Aşağı yukarı beş buçuk ay önce haftanın altı günü, günde iki defa Aksaray metrosunu kullanıyorum. İstisnasız her seferinde metrodan inmeye çalışırken bana çarpa çarpa, kaba saba bir şekilde içeri girmeye çalışan insanlara içimden küfürler sallıyorum. Yusufpaşa'ya kadar kaşlarımı çatıyorum. Gördüğüm manzara, içinde bulunduğum kirlilik karşısında kimi suçlayacağımı bulmaya çalışıyorum. Bu yolları her gün gidip gelmekten ne kadar nefret ettiğimi hatırlatıyorum kendime, insanların suratını görmeyeyim diye yere bakarak yürüdüğüm için yol boyu tükürüklere basmıyorum, kendimi bir parça kurnaz hissedip keyifleniyorum. Yine de mutsuzum, biliyorum.

Beş ay kadar önce çilek yeni çıkmış, eve dönerken çilek alacağım. Giriyorum arkası bilimum meyve dolu kamyonetin yanındaki küçük sıraya. Benden hemen sonra gelen adam “Ver bakayım şurdan üç kilo” diyor. “Tabi abim hoş geldin abim” yanıtıyla poşeti elinde buluyor. Sıra bana geliyor. “Bir kilo da ben alabilir miyim?” diyorum. “Öyle satmıyoruz, alacaksan bu beş kiloluk sepetlerden alacaksın, böyle geliyor bunlar” diyor. O an zihnimde suratım çizgi filmlerdeki gibi kıpkırmızı canlanıyor, çok geçmeden de öfkeyi kulaklarımda hissediyorum. “Almıyorum o zaman” deyip uzaklaşıyorum ama sesim öyle bir titriyor ki koşar adım ilerliyorum. Elbette eve kadar bunu düşünüyorum. Anlam veremiyorum, sıramı bütün arsızlığıyla elimden almış bu adamda olup da bende olmayan ne? Ben neden çilek yiyemiyorum? Duşa giriyorum, düşünmeye devam. Ağlamaya başlıyorum. Bu ufacık şeye neden böyle tepki verdiğimi çözemiyorum ama bir yerde bir sıkıntı var hissediyorum.

Dört ay önce sol elimde ve sağ bacağımdaki egzamalara bir yenisi ekleniyor sağ ayağımda. Çorap giyerken farkediyorum. Bir süre baş parmaklarımı çoraba geçirmiş şekilde olduğum yerde duruyorum. Bu, kendine gel tokatlarının bilmem kaçıncısı. Hala uyuyorum.

(Sonra olanlar bunlar. Her gün, hayatı kendime ne kadar zorlaştırdığımı, başkalarına direncimin kendime inancımın günbegün zayıfladığını, günlerimin giderek vasat ve tatsız bir hal aldığını sol kroşeden anlatan yumruklar yiyorum ama katiyen kendime gelmiyorum. Bazen gidişata yön veremediğiniz, gideceğiniz yere tempolu adımlarla değil sürüklenerek ilerlediğiniz noktaya nasıl geldiğinizi farketmiyorsunuz. İpin ucu ne ara kaçtı göremiyorsunuz. Böyle zamanlarda küt diye içine düşülen sağlam bir boşluğun yerini hiçbir şey tutmuyor. Bu vakte kadar ufak ufak kulağım çekilmiş ve fakat tekdir ile uslanmayı bilmemiştim. Çok normal olarak en korktuğum şey başıma geldi. Hakkım kötekti.)

Bir seneden biraz uzun bir zaman önce
biriyle tanışıyorum. Görür görmez onun ‘o’ olduğunu anlıyorum. Çok aşık oluyorum ve geçen bir senede ilk izlenimim konusunda kendime defalarca hak veriyorum. Her gün şükrederek bir sene geçiriyorum. Sonra bir şekilde işler istediğimiz gibi gitmiyor ve “Ben 'o’ değilim.” cümlesini duyuyorum. Kahroluyorum ama buraları hızlı geçiyorum, nihayetinde hayat ilk kez bu kadar somut biçimde planladığım gibi gitmiyor. Nasıl bu kadar yanılmış olabilirim sorusu özgüvenimi yerden yere vuruyor, kendime ve bir çok şeye inancımı kaybediyorum.

(Uyanmaya tam da bu noktada başlıyorum ama hala rüyada gibiyim, kendime gelmem zaman alıyor.)

Hemen sonrasında memleketten, son iki senede toplam on gün ya görüp ya görmediğim anamın kucağından, kalkıp bir iş görüşmesi için İstanbul'a geliyorum. Çok tesadüfi karşıma çıkmış ve o sıra hayallerimin mesleği sandığım bir iş olduğu için çeşitli anlamlar yüklüyor, uçak biletine acımıyor, pat diye geliyorum İstanbul'a. İlk iki görüşme olağanüstü geçiyor. Üçüncü görüşme için tarih bildireceğiz diyorlar. Kesin diyorum kesin düştüğüm yerden böyle kalkacağım ve bu devir de böyle kapanacak. Bu işe girince çok mutlu olacağım, hele bir gireyim. Bir hafta sonra pozisyonu kapatıyorlar. Seçimlerin yaklaşması, ekonomik istikrarsızlık derken işe alımı durduruyorlar. En azından bana öyle söylüyorlar. Bir kez daha ruhumu kurtaracak dediğim şey suyun dibini boyluyor.

Bir gün bu hayal kırıklıkları bana fazla geliyor, yediğim tokatlar yüzümü kızartıyor, isyan ediyorum, hiçbir işe yaramıyor. Şikayet ediyorum, yine olmuyor. Derken aklım başıma geliyor. Bir anda olmuyor elbette, okuyorum, okudukça okuyorum. Evden dışarı çıkmıyorum. Çok bilmişliğimden, kendi hayatıma bu kadar müdahale edişimden, acemice yön verişimden utanıyorum. Tanıştığım insanlardan, başvurduğum ilanlardan beni kurtarmasını beklemekten vazgeçiyorum. Yolda yürürken, duş alırken, bulaşık yıkarken, geçmişte olup bitenleri kafamda yeniden ve yeniden kurgulamaktan, eğriyi doğruyu tartmaktan ve gelecekte şöyle mi olsa yoksa böyle mi hakkında kaygılanmaktan vazgeçiyorum. Mutluluğumu ve huzurumu kendimden başka değişkenlere bağladığım o kaygan zeminden bulutların üstüne zıplıyorum.

Hikayenin sonunda doktorun migren dediği baş ağrılarım ve vücudumdaki tüm egzamalar kendiliğinden geçiyor. Bana bir kilo çileği satmayan adama her önünden geçişimde selam vermeye başlıyorum. Onu kendimce yola getirdiğimi düşünüp köşeyi dönünce kıs kıs gülüyorum. Metroda ben karşılarında durmuyormuşum gibi ilerlemeye çalışan insanları Super Mario'nun önünde yeşil borular varken yürümeye çalıştığı haline benzetmeye başlıyorum. Yürüyen merdivenlerin solunda duranlara sinirlenmek yerine sağına geçip bekliyorum, gideceğim yere bir dakika geç gidiyorum. O an neredeysem orada olmaya, anda kalmaya çalışıyorum. Daha sık derin nefes alıp daha az yere bakarak yürüyorum. Küçücük aklımla gelecekte gerçekleşeceğini öngördüğüm şeylerden ötürü şimdi'yi hırpalamıyorum. Kimseyle tartışmıyorum, kimseye sesimi yükseltmiyorum.

Bu mutlu sonla biten bir hikaye değil. Mutlu son, hatta bir son beklememeyi öğütleyen bir hikaye naçizane. Varacağımı düşündüğüm yer için ne zaman yanıp tutuşsam yol çekilmez oldu. Ben de sonrasında ne olacağına kafa yormak yerine yaşadığım zamanda olabildiğim kadar kibar, cömert ve sevgi dolu olmaya çalışmakta buldum çareyi. Bu "sevgi dolu" olmak apayrı bir yazının konusu ama göze basit görünmemesi açısından bu sıfatı hak etmenin yolunun canınızı çok yakmış, emeklerinizi boşa çıkarmış birini affetmekten, kimseden ama hiç kimseden elden gelen yardımı esirgememekten, kimseyle yeteri kadar yakınlık kurmamanın; tabiri caizse bağlanmamanın konforundan vazgeçip birilerini sonsuz ve karşılıksız şekilde sevebilecek cesareti göstermekten geçtiğinin altını çizmek isterim. Ve bu yazıyı buraya kadar okuyan kim varsa gözlerinden öperim.



Yorumlar

  1. 15000 kaset bastık 25000 iade var. Korsanları da bize iteliyorlar...

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar