Bir Güneylinin Anıları

Bu yazıyı bugün biraz kendime (iyi) gelmek için yazacağım. Biraz kaynatacağım. Öğrendiğim şeylerin altını çizmek için, kendime hatırlatmak için yazacağım.Çünkü öyle bir an geliyor ki önce hissettiklerimin sonra düşündüklerimin ve çok geçmeden tepkilerimin o, öteki, şu ve bu tarafından ne kadar manipüle edildiğini hiç fark etmemiş buluyorum kendimi.

Ailemde, başta ismini, aheste aheste yemek yiyişini ve bilumum mimiğini genetik miras olarak bünyemde topladığım rahmetli babaannem olmak üzere yaşamının son demlerini alzheimer olarak geçiren üçün üzerinde birinci ve ikinci dereceden akraba var. Dolayısıyla açık konuşacağım, büyük ihtimalle ömrümün bir kısmını aklım başımda geçireceğim. Buna inancım pek çok şeye olmadığı kadar tam. İlk okulda artık lanet olsun bir daha kaybetmeyeyim diye annemin boynuma astığı silgiler, iş yerinde sürekli yapmayı unuttuğum şeyler, evden çıktıktan sonra çantamda olmadığını farkettiğim cüzdanım falan hepsi bana bu konuda nanik yapıyor. (Tam bu cümleyi yazdığım sırada ev arkadaşımın "ocaktakinin suyu bitmek üzere haberin olsun" ihtarıyla mutfağa fırladım ve ocağın altını kapadım. Seriously guys, the universe is talking to me.) Her neyse, uzun uzun vasat hafızamı yererek varmaya çalıştığım nokta şu ki, bu dünyada çok fazla şey görmeyeceğim. He, kim ne kadar görecek kimse bilmiyor ama benimkiler sanki sayı doğrusunun kırmızıyla çizilmiş belirli yerlerinde süregelecek gibi hissediyorum artık ciddi ciddi. Bu durumu içselleştirdim, hayata karşı tavır bile aldım diyebilirim. Dolayısıyla o "bana ayrılan süreyi" olabildiğince güzellikle doldurmaya çalışıyorum bayağıdır. Bu yazıda cümlede bahsi geçen güzellikten ve bir takım güzel olmayan şeylerden bahsedeceğim.

Ben güneyliyim, kimisi için doğulu. Mersin konumundan ötürü güney, kültüründen ötürü doğu olarak nitelenen bir il buralarda gördüğüm kadarıyla. Benim için Mersin, sadece Mersin. Nemiyle cildimizi parlatan, tuzuyla burnumuzu gıdıklayan bir şehir. Büyüdüğüm coğrafya herkes gibi benim de kişiliğime ufak ufak kırmızı çarpılar attı.18 seneyi sıcacık ve palmiyeli bir şehirde geçirip dan diye İstanbul'a gelişimin üstünden yedi sene geçti ve artık bazı konuları dile getirme hakkını kendimde görüyorum. Biraz sonra anlatacaklarımda ne Mersin'i yere göğe sığdıramayayım da İstanbul'u yerin dibine sokayım çabası var ne de bölge ya da kültür milliyetçiliği. Tüm cümleler yalnızca KADERE SİTEMİMDİR. Ayrıca yetiştiğim aile, kalıtımsal özellikler gibi elbette başka etkenlerin de bu sitemde oynadığı rol büyüktür efendim. Hazırsanız söyleniyorum.

Babam ben daha orta okuldayken kırk yılda bir izin alıp arkadaşlarımla dışarı çıkacağımda cebime harcayacağımdan fazla para koyar, "arkadaşlarınınkini de sen öde, jest yap, şıklık olsun" filan gibi şeyler tembihlerdi. Bu arada orta direk bir aileden geliyor oluşumu ve hiçbir zaman parayla oynamadığımız bilgisini şuraya iliştirmek isterim.

Bizim oralarda her lokantanın masasında bir sürahi su ve dört bardak olur, restoranın ne kadar nezih bir mekan olduğuna bağlı olarak bardak altlarında pembe saman kağıtları (bilenler bilir, özellikle tantunicilerde) bulunabilir ama bunun konuyla ilgisi yok. İstanbul'a geldiğimde bir defa en büyük şoku bunun eksikliğinde yaşadım ama hadi buradakiler çeşme suyu içmiyor tırı vırı diye kabullendim.

Çok küçükken eğer canım çikolata çektiyse ve biz dört kişiysek o bakkaldan muhakkak dört çikolatayla çıkardım. Üstelik hepimiz aynı şeyi yapardık. Evde güzel yemek piştiyse o yemek apartman komşularına dağılır ertesi güne bırakılmazdı. Ben, buraya geldiğimde dahi memleketten elimde otantik, yöresel bi şeylerle gelmişsem anında kültür elçiliği yapar, merasimle tüketilmek üzere bizimkileri toplardım. Yani, yemeğini paylaşmak, bir şey alırken başkasını da düşünmek, haydi geçtim işin maddiyatını, hayrına birinin eline su tutmak bizim oranın örf ve adetiymiş meğer. Bütün bunlar olmasa da olurmuş burada öğrendim. Doğru yanlış tartışmıyorum ama "Bu senin işin ben yapmayayım, bu senin arkan ben toplamayayım"cı insana şurada olduğum seneler içerisinde duyarsızlaştım.

Eksik olan şeyin ne olduğunu çok düşündüm. Tevazu ve merhamet. Belki biraz da samimiyet. İETT otobüsünün şoföründen yolcusuna, yurt arkadaşlığı yaptığımdan ev arkadaşlığı yaptığıma, üstümden astıma, gittiğim doktordan muayene sırası bekleyene kadar herkeste az çok eksik olan tamı tamına bunlar bu şehirde. Ha ben inanılmaz hoşgörülüyüm bunlar mı köpek? Tabii ki değil. Ama kendi noksanlığımı dile getirdiğim yazılarım da oldu, bu onlardan değil. Çekilin önümden.

Aşırı uç ithamlar altında kimseyi gücendirmek istemem ama ben burada gördüm karşısındakini ciddiye almadan iş yapabilen, evini hatta yatağını paylaşabilen kimseleri. Kendi yoluna bakmada, başkasından bi şey koparmada, asla vermede değil ama hep almada birinci olanları hep burada tanıdım. Belki aynı yaş aralığını başka yerde görsem orayı boklayacaktım bilmiyorum. Sadece anneannemin, annemin ve teyzemin komşularına, yakın uzak akrabalarına, eşlerine dostlarına, çevrelerindeki herkese gösterdikleri o naif tutum bayrağını ben burada taşıyamaz oldum.

Dediğim gibi, şurada kaç senem var yarım aklımla gün göreceğim bilmiyorum ama çevremi bir kimseyi eleştirmeden dilini ısıran, yanındaki açken karın doyuramayan, büyük resmi görmekle kalmayıp bana da işaret eden insanlarla doldurmak tek derdim.

Bütün bunların dışında ve bütün bunlara rağmen çevresindekileri mutlu edince mutlu olan, karşılıksız akbil basan, üçün beşin hesabını yapmayan boncuk gibi arkadaşlar edindim, onların hepsine buradan sevgiler, geri kalanlara da bu  tırt yaşamlarında iyakşamlar dilerim.





Yorumlar

  1. You will never walk alone miriam

    YanıtlaSil
  2. Bu benim kızım ve büyük gururumçok seviyor ve kutluyorum canım benim


    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar