Evreka Anları ve Koyu Mor Lavlı Dağın Hikayesi
Benim şu dünyadaki en ama en sevdiğim şey aklıma daha önce gelmemiş bir fikrin bir kıvılcım anıyla aklıma düşmesidir. O "Evreka!" anları. Yaşıyorsam bunun için yaşıyorum. Bir de aşk için.
Gezdiğim her yerde ayağıma dolanan bir duygu var öteden beri. Sanki her adımımda izini bırakıyor, bakanın bir parça içini burkuyorum. Kurnaz bir tilki gibi izleri takip edip vardığım yerde biri benimle kavga etmeye çalışacak korkusunu buldum. Beklemiyordum. Sırf tadım kaçacak diye de değil, doğru kelimeleri seçemeyeceğimden emin olduğumdan köşe bucak kaçıyorum bu ihtimalden. Sesimi yükselttiğim anları çok komik buluyorum. Kavganın bana göre tek bir gayesi olabilir, bağırma ihtiyacı. Düzenli olarak dağa taşa bağıramadığımızdan yerli yersiz kavga ediyoruz. Gitmek istemediğimiz iş, söyleyemediğimiz şey, arkasında duramadığımız seçim, ayrılamadığımız sevgili, veremediğimiz tepki zamanla birike birike içimizde koyu mor lavları olan ölümcül bir dağ yaratıyor ve bu dağın tepesi boğazımıza kadar uzanıyor. Koyu mor lavları olan bu fena enerjiler dağı ne zaman birine bağırsak ya da kavgaya tutuşsak yükselen sesimize eşlik eden kırıcı laflarımızla ağzımızdan dökülüp özgürlüklerine kavuşuyorlar. Buraya kadar eminim çok tanıdık ama sonrasında bu yolla düğümünü çözen yok. Çünkü bağırmak ve kavga etmek bir problem çözme şekli değil. Az önce de anlattığım gibi koyu mor renkteki fena enerjilerden kurtulma şekli.
Dün akşam arkadaşlarımızla balkonda otururken biri pencereden Almanca bir şeyler söyleyip içeri girdi. Toplam üç saniye bağırdığından ne dediğini ve kime dediğini anlamadık. Ben de sabah, uzun süredir burda yaşayan Türk komşuma sordum, saat ondan sonra ses yapmanın yasak olduğunu öğrendim. Adam bunu pekala bize söyleyebilirdi ve ne de güzel öğrenirdik ama bağırmayı yeğledi ve hiç kimse bir şey anlamadığı gibi hiçbir şey de çözülmedi. Aslında kendine yetişkin diyen herkes istemediği durumlarla baş etme şeklini gözden geçirse ve işe yaramayanlardan kurtulsa dünyada kimse kimseyle kavga etmez ama insanlar kendilerine soru sormuyor. Ben kendime soru sorduğum günlerin birinde farkettim ki insanların beni sevmemesi bana çok normal geliyor. Bağırması ya da haddimi bildirmeye çalışması da bir o kadar abesle iştigal. Bana sokulan lafı yarıda kesip "Hangi eksikliğin seni üzüyor, bana anlatabilirsin" demek, biri sesini yükselttiği an başını dizime yatırıp saçını okşamak çekiyor canım.
Zannediyorum aynı sebepten birine sesimi yükseltmek durumunda kaldığım anlarda da sanki olanlar benim başıma gelmiyormuş gibi kendimi dışardan izlediğimi hissediyorum. Sanki ruhum "Böyle yapcaksan ben yokum, uğraşamam" diyip çıkıp köşede kavganın bitmesini bekliyor. Hangi konuda anlaşamadığımdan ve anlaşamadığımın kim olduğundan bağımsız olarak bana hep oturup konuşsak çözeriz gibi geliyor. Çok romantik bir fikir gibi duyulduğunun farkındayım ama aslında buz gibi gerçek. Bir insana yeterince yakından bakarsanız ondan nefret etmeniz mümkün olmaz diye söylemişti biri. Yeterli mesafeden yargılamak, ayıplamak, öfkelenmek kolayın kolayı ama yaklaşıp zayıflıklarına, duvara yasladığı kırılgan taraflarına dikkatle bakınca artık öfkelenmenin mümkünü olmuyor. Birine sinirlenmeye başlayınca kafama üşüşen "o da taşımayı hiç seçmediği bir şeyleri taşıyor ve o da burnunu karıştırıyor" gibi gerçekler konunun tüm ciddiyetini gıdıklıyor. Bir bebekten katil yapan karanlığı benim kafam almadı, almıyor. Çocukluğumdan beri içimde taşıyorum bu hissi. Artık tam buraya bırakmak istiyorum.
Mizacımın kamburum olduğunu eski işimde Cadılar bayramı konseptli bir hazırlık yaparken farkettim. Amerikalıların Halloween dediği bu güne iş arkadaşım helovın dedi ve ben doğrusunun halovin olduğunu bildiğim halde onu düzeltmediğim için kelimeyi bir sezon yanlış telaffuz ettim. Bir keresinde de ısmarlayanı gücendirmemek için bozuk tatlının hepsini yedim. Sınır çizemeyen biri değilim ama soğuk rüzgarlardan kendime yetişkin dediğimden beri kaçmaya çalışıyorum. Ne hikmetse kaçtığımı çektiğim çok oluyor, en kötü kalpli komşular beni buluyor, sıra beklediğim gişedeki memur, Orhan Veli'nin evkaftaki memuriyetini bilmiyor.
Dedim ya o evreka anları için yaşıyorum. Az evvel kendime bir sebepten çok benzettiğim kahküllü ve yanaklı bir kız dedi ki "Bana göre dünyayı haklı olanlar değil, alfa olanlar yönetiyor. Ben de bu alfalarla karşılaştığımda ya onların doğrularına çekiliyorum ya da hepten uzaklaşıyorum. Belki bu yirmilerle alakalı bir şeydir." Bu son cümle omzumdan sekti, beni yirmilerimdeki birkaç rahatsız anıya götürdü. Artık orda değilim, otuzla birlikte kendi gıcır doğrularımın keyfini sürdüğüm görece rahat bir yere geldim. Ama aynı kız biraz öncesinde evine piyano almadan çocuğu olan komşusuna sorduğunu anlattığında daha çok işim olduğunu anladım. Çünkü hikaye komşunun "biraz daha büyüsün öyle alırsın" demesiyle ve ekmeğini müzikten kazanan bu kızın piyanoyu almamasıyla son buldu. Ah dedim tam benim yapacağım türden bir salaklık! İnsanlar esnediğimiz kadar sündürürler. İnsanlar "Kendi evine alacağın şeye ben nasıl karışırım, hayatını kazandığın bir şey için vereceğin alışveriş kararını elbette bizim yaparken sana sormadığımız çocuğumuz belirlemeyecek, nasıl mutlu olacaksan öyle yap :)" demez. İnsanlar eğer seçme şansı verirseniz "Büyüsün öyle al." der.
İnsanlar kötü yalanına inanmıyorum ama sandığım kadar da iyiye gitmiyor gibi dünya. Ben kavga etmek zorunda kaldığım anlarda kendimi gerçekten salak gibi hissediyorum. Öfkesine, pişkinliğine, alfalığına güvenen bir çoğunluğun ağırlığı altında iki büklüm olan yirmili yaşlarımı çok iyi anlıyorum. Aynı kalabalık karşısında ne yapacağını hala tam çözememiş otuzlu yaşlarımı da. Dişe diş gösterme hevesiyle ettiğim kavgaların üzerime üç beden bol gelmesinden, yoluma çıkmasın istedikçe içine düştüğüm tuhaf diyaloglardan, kendiyle meselesini çözememişlerin destursuz kabalıklarından da kaçmıyorum bugün. Burada ben de varım o kahküllü kız da.
Yorumlar
Yorum Gönder